sadeceyazmakistiyorum

Just another WordPress.com site

Monthly Archives: Ekim 2009

>umut

>
birçoğuna göre güzel bir şeydir.
bana göreyse duruma göre değişkenleşen bir duygudur.
zavallılaşmadır yeri geldiğinde; çaba göstermeden umudunu kurmak istenenin
yüzsüzleşmektir yeri geldiğinde; başarısız olacağını bile bile devam ettiğinde
canlılıktır yeri geldiğinde; insana hala yaşamak için güzel bir sebep verir.
ama bana göre fazla kaptırılmaması gereken bir duygu. aslında önemli bir şey ve çok da gerekli ama
dünyamzda her şey o kadar somut ki…
işlevsiz kılıyor umut etmek kavramını
umut etmek hayal kurmak oluveriyor.

>Türkçe’nin Önemi

>Birçok kez yazmak içime dert oldu bu konuyu. Üstelik bahsetmek istediğim bu mesele; içimde de hissettiğim ve genel olarak savunduğum bir meseleydi. Türkçe’nin önemi.
Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum ama bahsi geçen mesele bence ülke açısından ciddi bir sorun. Çünkü bir ulusun veya toplumun dili; kimliğinin göstergesidir, tarihinin göstergesidir. Anadil tartışmalarına girmek gibi bir meyilim olmamakla birlikte, aksine günümüzde ülkemizde Türkçe’nin aldığı hal hakkında ufak tespitlerde bulunmaya çalışacağım.
Teknolojiyle birlikte dilimize yabancı kelimelerin girmesi elbette kaçınılmazdır. Çünkü dünyanın dili, bilim dilidir. Türkçe de öyle olsun istiyoruz biz. Türkçe’nin halk arasında küfürlerin çeşitlendirilerek kullanımı değil, bilimsel açıdan kullanımı daha faydalı olacaktır bize mutlaka. Burdan, dünyada en geçerli dil olan İngilizce‘ye söylenecek söz var elbette biraz da. Kendi dillerini dünyanın en iyi dili olarak dayatanlar, günümüzdeki dil yozlaşmasını sağlayanlardır. Tarih boyunca her zaman dilini kaybeden toplumlar yok olmaya mahkum olmuşlardır.
Türkçe’nin önemi meselesi esas olarak Karamanoğlu Mehmet Bey’in “Bu illerde artık Öz Türkçe ile konuşulacak” fermanından sonra göz önüne gelip sahneye çıktı. Bugünün Türkiye’sinde birçoklarına göre bu mesele “faşizan, ırksal bir istek” gibi dursa da tarihsel çerçevede baktığımızda o gün için en edilmesi gereken laf olduğunu görüyoruz. Zaten bizim hatalarımızdan birini de günümüz sosyal ve siyasal hal üzerinden tarihi değerlendirmeye çalışmamız. Her dönemin iyileri, kötüleri, doğruları yanlışları, ve sistemleriyle kuralları olduğunu unutuyoruz bazen. Tarihsel çerçeveden bakabilmek meselesi işte…
Neyse, farkettiğimi zannediyorum ki bugün Türkçe pek eski halinde değil. Üzerine oyunlar oynanıyor gibi komplo teorisi içeren laflar kullanmak da istemiyorum ama, halin pek de hoş olmadığı malum. Bugün birçok terimin Öz Türkçesi kulağa komik gelmekte. Hatta espri malzemesi yapılmakta. Bakın kendi diliyle alay eden bir toplumdan bahsediyorum. Kinaye yapan değil. Belki bunun öncelikli sebebi dili içimize yerleştiremeden bir toplum yetiştirmemizdir. Düşünebiliyor musunuz? Kendi istiklal marşındaki son kıtalardaki kelimelerin büyük çoğunluğunu bilmeyen bir nesil yetişiyor!

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Evet efendim, bizim ülkemizin eğitim müfredatıyla yetişmiş nesilden bir birey, şu yukarıdaki satırları anlayabilir mi –özel olarak merak sarmadığı müddetçe-. Ki bu kişisel çabaya girer. Benim kastım, sadece okulda aldığı eğitim ve Türkçe dil eğitimi ile gençlerimiz anlayabilir mi bu kıt’ayı?
İşte malumun ilanı böyle bir şey olsa gerek. Kendi marşının anlamını tam kavrayamayan, Arapça kelimelere tutsak edilmeye çalışılan bir gençlik.
Demiyoruz ki kelimelerin hepsi Öz Türkçe olarak kullanılsın. Ama bir şekilde günümüze uygun ve kullanışlı hale getirilip müfredata konulamaz mıydı? Otobüs yerine çok oturgaçlı götürgeç kelimesini kullanın veya üniversite yerine evren kent kullanın demiyoruz işte. Daha uygun bir hale getirilemez miydi?
Şimdi günümüzde bunlardan yakınıyorum ama hep sistemi eleştirmek de “elzem” artık. Bakın ne güzel ben de Arapça kelime kullanarak Türkçe’nin katline bir katkıda bulundum. Benim şurada örnekleme maksatlı ufacık gösterdiğim yanlışı, kasıtlı olarak uygulayan büyük bir kesim mevcut. Şiirlerde, kitaplarda ve eserlerde Arapça kullanmanın ayrıcalığına varmak?
Bu kadar basit olamaz. Devşirme kelimeler vardır dilimizde. Hiçbir dil yer yüzünde sabit bir şekilde nesilden nesile aktarılarak gelemez zaten. Yeryüzünde hiçbir şekilde saf, arı bir Türk Irkının veya başka bir ırkın gelişinden söz edemeyeceğimiz gibi bundan da söz edemeyiz. Sonuçta dil, insanların anlaşmak için kullandığı ve etkileşimle değişime en açık olan şeydir. Ama etkileşimle değişim birbirinden çok farklıdır. Etkileşim bir dili geliştirmeyip değiştiriyorsa, bir sorun var demektir.
Efendim işte, dil mevzusu sömürüyü de beraberinde getirme. Sömürü kelimesi eskiye göre daha sık karşımıza çıksa da işin aslı budur işte. Bize göre “dünya dili” İngilizce’dir. Gidelim bir Azeri’ye bir Cezayir’liye soralım. Dünya dili nedir diye. Biri Rusça der öteki Fransızca. Osmanlı hiç bir zaman bunu yapmadı demek de abes kaçar biraz. Çünkü Osmanlı neredeyse hiçbir zaman Türkçe’nin tam anlamıyla savunucusu olmadı. Sarayda konuşulan dil, Türkçe ve Farsça kırması olan Osmanlıca’yken Osmanlı’nın savunuculuğundan söz etmek biraz abesle iştigaldir. Çünkü Osmanlı bildiğim kadarıyla tam olarak Türkçülük yapmamıştır uzun zaman bildiğim kadarıyla. (aksini bilen varsa yorum yazsın tartışalım) Tabi bu imparatorluğu idare edebilmek için bütüncül bir politika izlemenin bir sonucu olabilir ama bildiğim kadarıyla Osmanlı’da Türkçülük sesleri çöküş döneminde çareler arasında olmak üzere çıkmaya başlamıştı ilk olarak. Hatta Turancılık’tı bahsedilen mesele.
Neyse, mesele Osmanlı’nın Türkçülükle alakası değil, Türkçe’dir. Bir dilin dünyada yaygınlaşabilmesi için birçok etken vardır ama en önemli ikisi, Bilim ve Ticarette kullanılışıdır. Bugün dünyanın en büyük iş ve imalat gücü Çin dünyanın en büyüğü değilse, ve asla olamayacaksa bunun sebeplerinden birisi de dilindeki bölünmedir. Bildiğiniz -ya da bilmediğiniz- üzere Çince 10’u aşkın birbirinden çok farklı lehçeyle konuşulmakta ve ülke içerisinde tam anlamıyla birisinin egemenliğinden ve üstünlüğünden söz edemeyiz. Çin’de etkin olan dil, İngilizce. Komik geliyor belki ama öyle. Yine o bölgeden bir örnek vereyim. Japonya. 2. Dünya Savaşı’nın ardından yerle bir olması gereken Japonya, verimsiz topraklarına rağmen dünyanın en gelişmiş ülkesi kabul edilmekte şu anda. Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’nın ardından ufaktan da olsa bir içe kapanma yaşayıp Japonca’ya müthiş önem verdiğini, bu verdiği önemi ispatlarcasına eğitimi güçlendirip topraklarında yüzlerce üniversite kurduğunu söyleyeyim size ilk olarak. Ha burda Japonya’dan kastımız içe dönüklüğü övme olarak anlaşılmasın ayrıca. Komünist Kuzey Kore’nin içe dönüklüğüyle halini de biliyoruz şu anda.
Siyasete kaymasına gerek yok yazının, zaten zorla kaydırma gibi bir hedefim de yok. Benim için şu an yazdıklarımda örnekten ibaret ülkelerin siyasi ve sosyal durumları, bunların vehameti, vesaire. Bahsini açmaya çalıştığım konu, dilimize vermemiz gereken önemdir. Diğer dilleri kullanmanın önemli olduğunu zannedip kendi dilimizi kullanmayı “elzem” gördüğümüz müddetçe; genel anlamda bir düzelme ve değişimden söz etmek oldukça zor görünüyor. Çünkü benim gözümde ve bütün sosyal ve siyasi tarihin de göz önüne sermiş olduğu gibi, dili olmayan bir millet; “olmayan” bir millettir.

>Türk Komün-Canlar

>Siyasi konulara pek fazla dalmak veya girmek istemiyorum ama insan dayanamıyor bazen… Başka bir yere yazdığım ufacık yazıyı buraya kopyalayacağım. Selametle

türkiyedeki temsilcilerinin halinin içler acısı olduğu insan türü.
özgürlük ve eşitlik diye bağırırlar; türbana karşı çıkarlar
halkların kardeşliği diye bağırırlar; terör örgütünün ve üyelerinin komünizm kanadına girmesine ses çıkarmaz, kol kanat gererler
12 eylül darbesine karşı çıkar; akp’ye karşı olduklarında ordu göreve diye bağırırlar
işçilerin s*kine takmadığı 1 mayıs bayramını; polisi gaza getirip coplanarak kutlarlar
emperyalizme karşı olup; che guevara’lı converse çıkarılsa 200 lira verip alacak olurlar
fikir eşitliği ve özgürlüğü diye bağırıp; milliyetçi veya muhafazakar kanadın görüşlerini bile dinlemez, dinlese bile üzerine düşünüp analiz yapmazlar
kendilerine saygı gösterilmesi gerektiğini bağırarak ifade edip nazım hikmet’i herkesin okuması gerektiğini söylerken; necip fazıl kısakürekin dönüp de yüzüne bakmazlar

velhasıl kelam, türkiyedeki komünist her daim kendine komünisttir. dünyanın ve ideolojisinin tersine gelen şey, kendi kişisel çıkarlarına uyuyorsa onu uygular ve hatta savunur. idealist değildirler; 1980 sonrasında yetişen apolitik neslin zararlarından sürekli bahsederken kendilerinin bilgisiz ve cahil alim olduklarını kabul etmez, okumaz; 2-3 deniz gezmiş lafıyla ortada dolaşırlar.
ha aralarında doğru dürüst olanları var mı? var elbette, manzara karanlık değil. hatta çok yakın bir arkadaşım ideali gereği kişisel çıkarlarını ve 10 yıllık akp meselesini dikkate bile almadan ordunun akp’ye çok karışmasından şikayetleniyor. ama onun gibi nicelerini görmek isteriz, ki biliyoruz bu oldukça zor. neden zor olduğunu görmek isteyenler yukarıdaki satırları bir okusunlar.
saygılar…

>Hayyam

>

akılla bir konuşmam oldu dün gece;
sana soracaklarım var, dedim;
sen ki her bilginin temelisin,
bana yol göstermelisin…
yaşamaktan bezdim, ne yapsam ?
birkaç yıl daha katlan, dedi.
nedir; dedim bu yaşamak ?
bir düş, dedi; birkaç görüntü.
evi barkı olmak nedir ? dedim;
biraz keyfetmek için
yıllar yılı dert çekmek, dedi.
bu zorbalar ne biçim adamlar ? dedim;
kurt, köpek, çakal makal, dedi.
ne dersin bu adamlara, dedim;
yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
benim bu deli gönlüm, dedim;
ne zaman akıllanacak ?
biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
hayyam’ ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
dizmiş alt alta sözleri,
hoşbeş etmiş derim, dedi.

>Scent of a Woman

>

Sonunda izlemenin nasip olduğu bir film. Hani Al Pacino sever bir insan olarak bunca zaman neden izlemediğimi kendime açıklayamadığım film desem yeridir. Bu film Al Pacino’nun kariyerinde bir kilometre taşı olmuştur. İlk ve tek Oscar ödülünü bu filmde almıştır Pacino.

Hikaye basit; zor durumda olan ve para kazanmak için ek iş yapan bir genç, ve haftasonu 300 dolar karşılığında bakımını üstleneceği kör huysuz bir ihtiyar. Ama mesele bu gözle izlenirse kavranılabilir mi? Sorarım efendim… Neyse;
Zaten Al Pacino filmlerinin geneli böyle değil midir? Sıradan görünen bir senaryo etkileyici diyaloglarla süslenir ve herşeyden de önemlisi Al Pacino’nun harika oyunculuğuyla önümüze servis edilir. Hani malzemede bir eksik olsa tadı berbat olur ya, o türden işte.

İşte, Al Pacino deyimi yerindeyse körden daha iyi oynamış kör rolünü bu filmde. Zaten kendisi bu filmde rolünün hakkını verebilmek için 6 ay körler okulunda kalmış ve çekimler sırasında gözü hep sabit bir noktaya baktığı için bozulmalar meydana gelmiş. Ama bu fasa fisoları -ki birçok oyuncu için imkansız olaydır- bir kenara bırakıp verdiği emeğin karşılığını nasıl iyi aldığını sergilediği oyunculukla görüyoruz.

Filmde gencimizin bakımını üstleneceği Yarbay Slade (Al Pacino) ile ilk karşılaşma sahnesinde resmen “geliyorum” diyordu Pacino. Kendi görüntüsünü 1 kez dahi olsa görmeden direkt sesini duyduk, hani meşhur Al Pacino sesini hem de huysuz ihtiyar modundayken. Diyaloglar çok ilgi çekici özellikle Al Pacino’nun Charlie’ye ders verdiği ve bilgiçlik tasladığı sahnelerde. Diyaloglar güzel olmasına güzel de Al Pacino’nun ağzında daha başka bir hal alıyorlar kendileri.
Gelelim filmin en meşhur 3 sahnesine… Beni etkileme sırasına göre gideceğim.

3-Kör Pacino’nun Tangosu:
Evet, kör adam tango yaptı. hem de harikulade. Gerçekte gözleri gördüğü için bunu her adam yapabilir denilebilir ama o sahnede gözü kör bir adama o kadar benzediği, göz önüne alınırsa… Durumun önemi daha bir anlaşılacaktır. Dansa çıkmadan önce sahnenin boyutlarını Charlie’ye sorması, tango yaparken bütün kurallara harika uyması dikkati çeker. Zerafet kesinlikle elden bırakılmaz zaten. Tarif edemiyorum ama, bir dans esnasında bayan partner nasıl tutulur derseniz; açın bu filmi izleyin derim.

2-Ferrari Kullanma Sahnesi:
Evet, kör adam Ferrari de kullandı. Moralman çökmüş kör ihtiyarın eline oyalanması için resmen Ferrari verildi. Ve o da oyuncağının tadını çıkardı o kadar. 20-30 km hızla düz sokakta ilerlemekten sıkılan “kör” karakter gaza basmaya karar verdi ve en çılgıncası, bir de dönüş yapmaya kalktı. Ve yaptı da. Özellikle arabayla köşeyi dönüşten sonraki heyecanlı küçük çocuk halleri ve sevinç gösterileri harikaydı. Ve polis sirenini çalıştırıp bunları durduğunda değişen yüz ifadesi. Belirgin, göze çarpan bir değişim yok amma velakin, surat ifadesi ve moral bozukluğu o kadar göze çarpıyor ki. Abartarak oynayanlara lafım var burada da. Afedersiniz beyler ama ağzınızı kocaman açıp gözlerinizi yuvalarınızdan çıkarabilmeniz belki bir yetenek ama başka da birşey değil. Filmlerde şaşırma sahnelerinde bunu kullanmanız hiç gerçekçi olmuyor, hatta itici bile.

1-Disiplin Kurulu Sahnesi:
Bakıcısı Charlie’nin hayatının belirleneceği toplantıya katılmayı unutmamıştı Yarbay Slade. (Charlie okul müdürüne yapılan sulu şakayı kimin yaptığını görmesine rağmen ispiyonlamamak için söylemiyor, bunun için de okuldan atılıyor olacaktı) Ama “yakın bir aile dostu” olan yarbay Slade deyimi yerindeyse Charlie’yi ipten aldı. Harika sözleri ve topluluğa hitap edici yönüyle kasıp kavrulduk o sahnede resmen. Hani en sonunda bütün okul alkışlarken Yarbay Slade’i, ben de bilgisayarın başında kendimi alkışlar bulacaktım neredeyse.

Film, Al Pacino’ya aslında birçok kez zaten haketmiş olduğu Oscar’ı getirmiştir. Ödül töreninde zaten “Bana bundan sonra kolay kolay Oscar vereceklerini sanmıyordum” demişliği var ünlü oyuncunun. Kimileri daha önce verilmeyen Oscar’ların hatrına bu Oscar’ın verildiğini iddia ederken, birileri ise “Buna Oscar vermeyeceklerse neye verecekler” diyordu. Hani ilk kesimi bilemem ama harcanan çaba ve emekle birlikte ürünü gözümün önüne getirince 2. kesime hak vermiyor değilim.

>Bakar Körlük

>Biz kör müyüz? Yoksa görmek mi istemiyoruz? Apaçık ortada olan gerçekleri göz ardı etmenin bize faydası nedir? Hepimizde bu var. Bir şeyi sevmek hakkımız, saygı duymak da bunun getirisidir elbet. Ama sevdiğimiz şeyin yanlışını görmemek için gözümüzü kapatmamız? At gözlüklerini takıp da sadece önümüzü görmemiz? Bu normal mi? Hepsinden ziyade, sevdiğimiz şeye duyduğumuz –tanımlamasını yapamadığım şey- o kadar ileri seviyede ki; görmek istemediklerimizin bahsi açıldığı anda tepki bile gösterebiliyoruz.
Atatürkçü olduğu için Atatürk’ün tek adam olmaya çalışma uğruna beraber savaştığı birçok silah arkadaşını piyasadan sildirdiğini,
Atatürkçü olduğu için milliyetçiliğe karşı çıkan, ama bunun Atatürkçülük ilkelerinden birisi olduğunu unutanlar olduğunu,
Atatürkçü olduğu için eşitlik ve özgürlüğü savunan ama, dünyada bir kişinin ideolojisiyle (Kemalizm) yönetilen tek ülkenin Türkiye olduğunu hep göz ardı edenlerin olduğunu,
AKP’yi desteklediği için onların her seçimde din vurgusu yaparak oyları topladığını,
CHP’li olup da, CHP’nin artık sağ kesime hitap ettiğini görmelerine rağmen hala oyunu o partiye veren kemikleşmiş %21’lik sözde solcu tayfanın varlığını,
MHP’li olup da, ip atanları destekleyenlerin zamanında o ipi elinde tutan Devlet Bahçeli’nin terörist başını asamadığını unutanların olduğunu,
Galatasaray’lı, Fenerbahçe’li ya da Beşiktaş’lı olup kötü oynanıp kazanan bir maça sevinip, futbolu önemsemeyenlerin,
Ahmet Kaya’yı sesinden dolayı sevip dinleyen, ama onun azılı bir terörist olduğunu sürekli aklına getirmeyenlerin olduğu,
Maraş’ta ölen Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Reis” olarak hatırlanmasının yanında Maraş katliamındaki parmağının unutulduğu,
17 yaşındayken yaşı büyütülen Erdal Eren’in aslında TÜRK ASKERİNE SİLAH SIKTIĞI gerçeğini hep unutanları,
Tam Bağımsız Türkiye diye bağırıp kendini ayrıca entelektüel zannedenlerin bir tartışmada komünizmi bile savunamayıp gülünç duruma düştüğü,
Turan görüşünü savunup da bütün Türk Cumhuriyetlerinin Rus, kendisinin de Amerikan himayesinde ve onların hayranlığı altında olduğunu unutanları,
Özgürlük ve özgür düşünce diye bağıranların aynı zamanda Atatürk’ü sevme ve Atatürkçü olma zorunluluğunu sürekli başımıza kaktığını,
Yine özgürlük ve bağımsızlık diye bağıranların faşizan bir örgüt olan PKK’ya destek vermese de karşı çıkmadığını,
Eşitlik, özgürlük ve halkların kardeşliği diye bağıran –afedersiniz ama- gerzeklerin devlet binalarını bankamatiklerini halkın işyerlerini ve halkın arabalarını ateşe verdiğini göz ardı etmek
Ve bunun gibi onlarcası ne yazık ki bir geleneğimiz olmuş. Eleştirel bakış açısı, tek bir görüşe boku bokuna saklanmak değildir. Ha demek istemiyorum ki, her görüşü benimseyin, kendi görüşünüz gibi saygı gösterin. O zaman kendi görüşünüzü savunmanın anlamı ve nedeni kalmaz ki ortada. Amma velakin gözün gördüğünü de gönül göz ardı edemiyor. Hani gazetecilerin sık kullandığı bir tabir ama, gerçekten de zorlu bir süreçten geçmekteyiz. İnsanların birbirlerinin varlıklarına tahamülleri yok ve bu hayatın her alanına yansıdı. Üzücü bir durum. Halbuki bu topraklarda, daha geniş kapsamda diyeyim; bu yeryüzünde yıllardır var olan insanoğlu bu kadar keskin hatlarla neden ayılıyor zihnim almıyor.

># 19

>

Kewell da parçalı tutkunu. FourFourTwo röportajından bi alıntı:
“Elbette ki Galatasaray sarı kırmızı parçalı formayla biliyoruz. Genç oyuncuyken Britanya’da bile “Galatasaray” dendi mi aklımıza sarı kırmızı parçalı forma gelirdi”
Yönetimin ne yapıp ne edip bu adamın etinden sütünden ve verebileceği her şeyinden faydalanması gerekiyor. Takıma an itibariyle katacaklarının bitmemiş olduğu gibi, antrenör olarak görmek isteyen bizlere göre katacağı daha çok şey var gençlerimize.